Son zamanlarda moda olan bir söylemi. Üretim, üretim, üretim…
Doğru, üretelim de nasıl üretelim?
Tek amaç üretmek ve üretirken “benden sonrası tufan mı” diyelim?
Olmaz böyle bir düşünce. Olmamalı da.
Asıl olan üretimde tarihsel süreci de göz önüne alarak sahip olduğumuz ve öğrendiğimiz değerleri, büyüklerimizden gördüklerimizi, geleneklerimizi, aklımızın yettiği yeni dünya düzeninin sağladığı imkânları ve gelecek nesillere neler bırakabileceğimizin öngörüsü ile düşüncelerimizi ve çalışmalarımızı bir süzgeçten geçirip harmanladıktan sonra üretimi bir bütün olarak gerçekleştirmemiz gerekir.
Toprak, fındık ağacı, su ve insan kaynağı dörtlüsünü sosyolojik olarak değerlendirmeli ve hayata geçirmeliyiz.
Toprağımızın bize ve gelecek nesillerimize uzun yıllar yetebilir olmasını sağlayacak başta erozyona karşı önlemler almalıyız. Karadeniz’in dik ve sarp yamaçlarında fındık tarımı erozyon için bir şans ve hatta şans ötesi bir tarımsal üretim biçimidir. Fındık ağaçlarının saçak köklü olması ile toprağın yüzeyine milyonlarca kök atarak toprağı tutması, yağışlarla toprakların derelere gitmesini engellemekte bir velinimettir.
Fındık ağacı çeşidini en az 50 yıllık öngörü ile belirlemeliyiz. Verimliliği, hastalıklara karşı dayanıklılığını, bahar soğuklarından etkilenmeyecek geç çiçeklenen, yeni dikim sistemleri, hasat kolaylığı vs. gibi birçok konuda avantaj sağlayacak, meyvesinin aroması, yağ oranı, dayanıklılığı, depolanması gibi detaylara dikkat edilerek seçimler yapmalıyız.
Su durumu ise herkesin bildiği gibi değildir. Karadeniz bol yağış alması ile şanslı olduğu kadar yer altı ve yüzey suları açısından hiç de şanslı değildir. Fındık tarımında suyu efektif kullanmak, sudan olduğunca yararlanmak, kişisel su ihtiyaçlarımızı da minimize etmek en başta gelen görevlerimiz arasında olmalıdır.
Diğer bir başlık olan İnsan kaynağı olarak ise maalesef üzerimize düşenlerin sanırım son yıllarda yüzde birini bile yapmıyoruz. Başta bilginin paylaşılması, komşular arasında yardımlaşma, üretici dayanışması olmak üzere birçok konuda sınıfta kalıyoruz. Yıl içerisindeki bahçe budanması, temizlenmesi, gübreleme, ilaçlama, hasat, harman ve depolama işlerinde yaptığımız çalışmalarda ekonomi ölçekli bakış açımız bizleri insani duygulardan uzaklaştırmaktadır. Başta üreticilerin kendileri olmak üzere çalışanlarımıza sunduğumuz imkânlardaki yetersizliğimiz veya üşengeçliğimizle hiç de iyi şeyler yapmıyoruz. Çalışanlarımızın beslenmesi, konaklaması, sosyal ihtiyaçlarının karşılanmaması bizleri birazcık değil epeyce insanlık dışına itiyor. Bu durum ‘’önce insan’’ bakış açısına son derece ters bir durumdur. Çalışma saatlerine uyum, insan gücüne orantılı ağırlıklar, kişisel koruma malzemelerinin temini, beslenme, sosyal imkânlar ki banyo, tuvalet, yatak yerleri, televizyon, internet gibi ihtiyaçların karşılanması olmaz ise olmaz olmalıdır. Ayrıca, çalışınlar la dostlukların kurulması, birlikte zaman geçirilmesi, ihtiyaçların karşılanmasından daha önemlidir. İlk yardım malzemelerine erişim, tarım alanı dışındaki yörenin tarihi, turistik ve ören yerlerinin gezdirilmesi, yöreye özgü yöresel yiyeceklerin ikramı gibi kişiyi kendince özel hissettirecek tutum, insanı bir yaklaşımın ötesinde çalışanların verimliliği ne de önemli katkı sağlayacaktır. Çalışanlarla birlikte harman şenliği düzenlenmesi, mahsulden bir miktar hediye verilmesi, ücretlerin gününde saatinde ve zamanında ödenmesi, asla ve asla borçlanılmaması ‘’emeğe saygı’’ temel prensiplerden en önemlisi olmalıdır.
Mahsulün pazara arzından önce mahsule gerekli titizliğin gösterilerek kurutulması, yabancı maddelerden temizlenmesi, çuvallanması ve pazarın istediği normlara uygun hale getirilerek pazarda mahsulle gurur duyulması, onunla organik bir bağ hissi oluşması, pazarda üstünlük sağlayacak bir ayrıcalık olmalıdır. Tek mesele ekonomi asla olmamalıdır. Her mesele bir bütün ve birlikte değerlendirilmelidir.